29 Aralık 2017 Cuma

GELENEKSEL SANATLARIMIZI YAŞATANLAR, SERAMİK SANATÇISI SERAP ÜNAL VII, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

GELENEKSEL SANATLARIMIZI YAŞATANLAR: VII
SERAMİK SANATÇISI 
SERAP ÜNAL


Serap Ünal, 1987 Yılında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik Ana Sanat Dalı’ndan mezun oldu. 1989 Yılında  Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Yüksek Lisansını tamamladı. 1994 Yılında “Sanat’ta Yeterlilik” programını tamamladı.
            Serap Ünal, mezuniyetinin ardından 6 bireysel sergi, birçok ulusal ve uluslar arası grup sergisi, trienal, panel, workshop ve sempozyumlara katıldı.
            Serap Ünal, ABD, Kamboçya, Mısır, Kosova, Lübnan, Almanya, Belçika, Makedonya, Kırgızistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Ukrayna, Romanya, İspanya, Avusturya, Rusya, Tataristan, Gürcistan gibi ülkelerde sanatsal etkinliklerde bulundu.
            Alanında çeşitli kurum ve kuruluşlardan 11 adet ödülle onurlandırıldı. Eserleri, Dünya Seramikçiler Çalıştayı (Kamboçya), Türkiye’de Dr.İbrahim Bodur Seramik Müzesi ve özel koleksiyonlarda yer almaktadır.
            Serap Ünal, Türkiye Güzel Sanat Eseri Sahipleri Meslek Birliği GESAM ve Türk Seramik Derneği’nin üyesidir. Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik-Cam Bölüm Başkanı ve SAUM Müdürü olarak görev yapmaktadır. 

18 Kasım 2017 Cumartesi

GELENEKSEL SANATLARIMIZI YAŞATANLAR: MİNYATÜR SANATÇISI SALİHA YEŞİLKÖY, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

GELENEKSEL SANATLARIMIZI YAŞATANLAR VI: MİNYATÜR SANATÇISI
SALİHA YEŞİLKÖY
Saliha Yeşilköy'ün Bir Eseri
Saliha Yeşilköy, 1958 Yılında Sivas’ta doğdu. İlk ve orta öğreniminin ardından Adana Kız Lisesini ve Adana Olgunlaşma Enstitüsünden mezun oldu. Sanat yaşamına 1991 Yılında Sayın Mustafa Dulda Atölyesinde başladı, ardından 1998 Yılında Sayın Celal Aktuğ Atölyesinde devam etti.
Saliha Yeşilköy, çalışmalarında naif bir tarzı seçti. Son yıllarda Minyatür çalışmalarına ağırlık vermeye başladı. Amacı, Anadolu kültürünü yaşatmak ve genç kuşaklara bu kültürü aşılamaktır.
Saliha Yeşilköy’ün sanatsal çalışmaları tamamen kendi yaratıcılığından meydana gelmekte olup hoş bir tarzı yakalamıştır.
Saliha Yeşilköyün kişisel sergileri, Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi Sanat Galerisi, Adana DGC Sanat Galerisi, Gaziantep Devlet Güzel Sanatlar Galerisi, Adana Büyük Şehir Belediyesi Fuayesi, Adana Galeri Ekinci, Adana AÇS Galerisi,, Mardin Müzesi, Adana Resim Heykel Müzesi, Mersin Uluslararası Silifke Festivali, Türk-Yunan Ankara Sergisi, 1991-2011 yılları arasında Türkiye genelinde yapılan çeşitli sergilere ve Kütüphaneler Haftası Resim sergisine  katıldı.
Saliha Yeşilköy, GESAM Üyesi olup, GESAM’ın Adana Şubesi Başkanlığı görevini yürütmektedir.

2 Kasım 2017 Perşembe

İRAN SERGİSİNDEN GÖRÜNTÜLER, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

İRAN SERGİSİNDEN GÖRÜNTÜLER...
Sergi Açılışı Öncesi Toplantı Salonunda İlhami NALBANTOĞLU, Can AKIN, Ahmet CEBECİ


İlhamiNALBANTOĞLU Eserinin Önünde

İlhami NALBANTOĞLU, Can AKIN, Fahri DEMİR, Canan ÖZDEMİR

İlhami NALBANTOĞLU, Sanatçılar, İranlı Öğrencilerle

Can AKIN, İlhami NALBANTOĞLU, Nezih DEMİRTEPE

İlhami NALBANTOĞLU, Sanatçılarla Toplu Halde


1 Kasım 2017 Çarşamba

ANKARA'DAKİ İLK SERGİ AÇILIŞINDAN BİR GÖRÜNÜM, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

ANKARA'DAKİ İLK SERGİ AÇILIŞINDAN...
AYAKTAKİLER SOLDAN SAĞA
1.Hasan Celal GÜZEL, Başbakanlık Müsteşarı, 2.Kazım OKSAY, Devlet Bakanı, 3.Bilinmiyor, 4.Sudi TÜREL, Devlet Bakanı, 5.Dönemin Sayıştay Başkanı, 6.Vehbi DİNÇERLER, Devlet Bakanı, 7.Servet BİLGİ, Dönemin PTT Genel Müdürü
OTURANLAR SOLDAN SAĞA
1.İlhami NALBANTOĞLU, 2. Bir İzleyici

25 Ekim 2017 Çarşamba

GELENEKSEL SANATLARIMIZI YAŞATARLAR-V ,AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI

GELENEKSEL SANATLARIMIZI YAŞATANLAR-V
TEZHİP SANATÇISI 
FAZİLET ERTAVLU


Fazilet Ertavlu, 1948 Yılında İstanbul’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini burada tamamladı. Daha sonra Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Sosyal Bilimler Bölümü’nden mezun oldu.
Fazilet Ertavlu, 1981 Yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Deontoloji Bölümü öğretim görevlisi Ord.Prof.Dr. A.Süheyl Ünver Hocanın gözetiminde tezhip ve nakış dersleri almaya başladı. Başarılı çalışmaları sonucunda buradan “Sertifika” aldı.
İstanbul Beyazıt İl Halk Kütüphanesi’nde iki yıl süreyle fahri olarak tezhip dersleri verdi. Bir kişisel sergi açtı. Yirmiden fazla karma sergiye katılarak eserleri sergiledi.
Fazilet Ertavlu'nun Çalışmalarından Bir Ödnek
Fazilet Ertavlu,   Güzel Sanat Eseri Sahipleri Meslek Birliği GESAM’ın üyesi olarak sanat çalışmalarını bağımsız olarak İstanbul’da sürdürmektedir. Uluslar arası sergi etkinliklerinde yer alan sanatçı, son olarak  Mayıs 2017 tarihinde  GESAM tarafından İran’ın Tebriz Kenti’nde açılan Karma Sergiye katıldığı eseriyle büyük beğeni topladı.

19 Eylül 2017 Salı

GELENEKSEL SANATLARIMIZI YAŞATANLAR-IV, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

GELENEKSEL SANATLARIMIZI YAŞATANLAR-IV
           TEZHİP SANATÇISI
         FAHRİ DEMİR
Fahri Demir
Güzel Sanat Eseri Sahipleri Meslek Birliği GESAM’ın geçtiğimiz aylarda İran’ın Tebriz Kentindeki Sergiye katılmak üzere Ankara’dan hareket ettiğimizde kafile’de 30 civarında her daldan sanatçılar vardı. Çoğunluğu ilk kez bir araya geliyordu, bu nedenle yolculuğun ilk saatleri tanışmayla, sanatçıların birbirlerini tanımayla geçiyordu.
            Ancak ekibin içinde hareketli. dinamik, hoşsohbet, cana yakın, cıvıl cıvıl insanlar vardı. Her halleriyle farklı olduklarını gösteriyorlardı. Bunlardan birisi, saçları hafif kırlaşmış, orta yaşlarda, orta boylu, elindeki en son teknoloji ürünü kamerasıyla, dur durak bilmeksizin, bıkmadan usanmadan herkesin, her şeyin fotoğrafını çekiyordu. Sadece fotoğraf çekmekle kalmıyor, espriler yapıyor, herkesle şakalaşıyor, sıcak kanlılığıyla, neşesiyle sanatçıların gönüllerini kazanıyordu.
            Herkesin olduğu gibi benim de oldukça fazla fotoğrafımı çekiyordu. Kendisine sordum: “Bu kadar çok fotoğraf çekiyorsun, bunları nasıl ayıklayıp tasnif edeceksin? Bazı fotoğraflar benim için çok önemlidir, bunları nasıl temin edebilirim?” Yanıtı  ilginçti; “Haklısınız çok fotoğraf çektim, nasıl tasnif edeceğimi bilmiyorum.”  Ben bu fotoğrafları mutlaka istiyorum diye ısrar edince,; “Söz vermeyeyim ama size ulaştırmaya çalışırım,” diyerek beni rahatlattı.
            Ne ilginçtir ki, hiç beklemediğim bir zamanda ve hiç beklemediğim kadar bana çektiği fotoğrafları peş peşe göndermeye başladı. Doğal olarak bu yaklaşımı ile beni çok etkiledi. İşte o Fahri Demir’in özgeçmişini aşağıda sunuyorum.
Fahri Demir'in Eserlerinden Bir Örnek
            Fahri Demir, Bilecik’te doğdu, ilkokul ve ortaokulu burada bitirdi. Ardından Türk Hava Kuvvetlerinin çeşitli karargah ve birliklerinde görev yaptı. 2003 Yılından itibaren çeşitli sosyal içerikli Sivil Toplum kuruluşlarında çalışmaya başladı.
            Fahri Demir, Ankara Çayyolu-Ümitköy Okul Yaptırma Derneğinde aktif görev alarak çeşitli okulların yapılmasında etkin bir rol üstlendi. Daha sonra Çağdaş Eğitim Derneği’nde üyeli, Yönetim Kurulu Üyeliği ve dernek başkanlığı görevlerinde bulundu.
            Fahri Demir, bölgesindeki çeşitli okullar arasında “Bilim Şenlikleri” etkinliklerinde aktif rol üstlendi. 2008 Yılından itibaren sanat ağırlıklı faaliyetlere yöneldi. ÇABA Ebru Atölyesinde Necdet Akbaşlı’dan ebru dersleri aldı, bu hocanın yönlendirmesiyle kağıt oymacılığı sanatıyla ilgilenmeye başladı.
Daha sonraları Derya Kaldırım’dan tezhip dersleri almaya başladı. Yurdışı ve yurtdışında 50’ye yakın karma sergiye katıldı.
Fahri Demir, 2014 Yılından itibaren sanat çalışmalarını GESAM Üyeliği çatısı altında gerçekleştirmektedir. Ayrıca üyesi olduğu ÇABA , Bölgesel Ağaçlandırma Derneği Ebru Atölyesinin açtığı sergilere katılmaktadır.
Fahri Demir,  GESAM Bandrol ve Kültürel Etkinlikler Kurulu Üyesidir, bir kişisel sergi açtı, İngilizce bilmekte, evli ve  iki çocuk babasıdır.

11 Eylül 2017 Pazartesi

GELENEKSEL SANATLARIMIZI YAŞATANLAR-III, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

Evren Daşdağ
GELENEKSEL SANATLARIMIZI YAŞATANLAR-III
ÇİNİ SANATÇISI 
EVREN DAŞDAĞ
Evren Daşdağ,  Ankara’da doğdu, 1988’de Mimar Sinan  Güzel  Sanatlar Üniversitesi , Seramik ve Cam Ana Sanat Dalı’ndan mezun oldu. 1989-1996 ve 2006-2010 yılları arasında TRT Gap  Diyarbakır Radyosu ve TRT Gap Televizyonu’nda  haber spikeri olarak çalıştı. Pek çok program sundu. Ayrıca, “Şairlerimiz ve Şiirlerimiz” adlı  şiir programını hazırlayıp sundu.
Evren Dağdaş, 1996 Yılında, Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümüne Öğretim Görevlisi olarak atandı.
2001 Yılında, Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Resim İş Eğitimi alanında ABD’de doktorasını tamamladı.
Evren Dağdaş, 2014 Yılında Doçent oldu. Uluslararası ve ulusal hakemli dergilerde yayımlanan makaleleri, uluslararası ve ulusal  bilimsel toplantılarda  değişik alanlarda bildiriler sunumunu gerçekleştirdi.
Evren Daşdağ'ın Eserlerinden Bir Örnek
“Diyarbakır 
Geleneksel 
El Sanatları”
Evren Daşdağ, “Diyarbakır Geleneksel El Sanatları”  adlı iki ciltlik bir yayın organının editörlüğünü yaptı. Sanat, Sanat Tarihi, Sanat Eğitimi, Doğru ve Güzel Konuşma, Radyo ve Televizyonda Görüşme Teknikleri, ve Diksiyon Üzerine Çeşitli Seminer ve Konferanslar verdi, değişik alanlarda Panellere katıldı.  Yurt içi ve Yurdışında kişisel sergiler açtı ve çok sayıda karma sergilere katıldı. Eserleri çeşitli koleksiyonlarda yer aldı.
YURT İÇİ VE YURT DIŞI
Evren Daşdağ, Yurt içi ve Yurtdışında çeşitli Workshoplar, Sergiler, Yarışmalar ve Çalıştaylar düzenledi. Halen Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş Öğretmenliği Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesidir. Ayrıca Güzel Sanat Eseri Sahipleri Meslek Birliği GESAM’ın üyesidir.

31 Ağustos 2017 Perşembe

GELENEKSEL SANATLARIMIZI YAŞATANLAR-II HATTAT MUHSİN DEMİREL, İlhami NALBANTOĞLU

GELENEKSEL SANATLARIMIZI YAŞATANLAR-II 
HATTAT MUHSİN DEMİREL
                                                                                             İlhami NALBANTOĞLU
Muhsin Demirel Çalışma Sırasında
            Kur’an-ı Kerim’in Mekke’de insanlık alemine tebliğ edildiği, Kahire’de okunduğu ve İstanbul’da yazıldığı, İslam bilginlerince sıkça dile getirilen bir ifadedir. Kahireli hafızların güzel sesleri ile okuduğu Kur’an-ı Kerim’i dünyanın başka İslam ülkelerinde duymak mümkün olmadığı gibi, Hüsn-i hat olarak İstanbul hattatları tarafından yazılan eserlerin benzerlerine de dünyanın başka İslam ülkelerinde rastlamak mümkün değil. Böylece bu tanımlamanın ne kadar isabetli bir tespit olduğunu görmek mümkün.
            Hüsn-i hat, güzel yazı yazma sanatının adı, Batılılar “Kaligrafi” diyor buna. Arap abecesi ile yazılan yazıların belirli estetik ölçüler içerisinde güzel ve göze hoş görünür bir biçimde yazılmasıdır. Doğal olarak buna hattatın ruhundan da bir şeyler katması değerini artırıyor.
            Ankara’da Başbakanlık Merkez Binası içinde yıllarca aynı çatı altında görev yaptığımız, değerli arkadaşım Muhsin Demirel de Hüsn-i hat konusunda yıllarını vermiş bir sanatçı.
            Muhsin Demirel,  1954 Yılında Eskişehir’de doğdu. Aslen Burdurludur. Öğrenim yaşamı İstanbul’da geçti. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. İktisat, İşletme Bölümü’nde okudu. Amerika’da İktisat üzerinde master yaptı. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzun yıllardan beri Uzman olarak görev yapmaktadır.
Muhsin Demirel'in bir eseri
            Muhsin Demirel, bugüne dek Ali el-Kari ve Resmi Osmanlı imlalarıyla Kur’an-ı Kerim’in beş nüshasını yazdı.  Hat Sanatına olan ilgisi 1971 Yılında İstanbul’da son Osmanlı Hattatı Hamit Efendiyi tanımasıyla başladı. Uzun süre ders aldı, 1982 Yılında Hamit Efendi’nin vefatı nedeniyle çalışmalarına bir süre ara verdi. Başbakanlık Devlet Planlama Müsteşarlığı Uzmanlık Sınavını kazanınca Ankara’ya taşındı. 80’li yılların ortalarında Ali Alpaslan ve  Hasan Çelebi ile hat çalışmalarına yeniden başladı. Hasan Çelebi’nin vermiş olduğu icazetle “Hattatlık” formasyonunu almış oldu.
            Muhsin Demirel, kısa bir süre tablo formunda eserler yazdı. Daha sonra, hattı kitap formatında devam ettirmeye karara verdi. Önce dua derlemeleri yapıp yazmaya başladı. Kalem       çalıştırmak ve form oluşturmak düşüncesiyle giriştiği bu çalışmaların ilk ürünü 140 sayfalık bir “Dua Kitabı” olarak basıldı. 10 bin sayfalık dua derlemesi yapıp bunun 1500 sayfasını yazdı.
            Muhsin Demirel, hat sanatının icrasının yanı sıra “Fenn-i hat” konusuyla da ilgileniyor.

15 Ağustos 2017 Salı

GELENEKSEL SANATLARIMIZI YAŞATANLAR-I AHLAT ÇİNİCİLİĞİ

GELENEKSEL SANATLARIMIZI YAŞATANLAR-I
AHLAT ÇİNİCİLİĞİ
Ahlat'ta Üretilen Seramiklerden Biri
Yüzyıllar sonra, Ahlat Kazıları kapsamında bir “Seramik Fırını” bulunmuştu. Kazı Başkanı
Prof.Dr.Haluk Karamağaralı başta olmak üzere herkes bu buluntu karşısında şaşkınlığını gizleyemiyordu. O tarihe kadar “Ahlat” ile “Seramik” sözcükleri arasında bir bilgi ve bağlantıya rastlanmadığı için.
Önceleri bir tesadüf sonucu buraya bir şekilde gelmiş olabileceği düşünüldü. Ne var ki kazılar ilerledikçe “Seramik” ile ilgili bulgular da birbiri ardına gün yüzüne çıkıyordu.
Ahlat’taki bu kıymetli çini eserler, Ahlat Belediyesi ve Bitlis Eren Üniversitesi Rektörlüğü’nce koruma altına alındı, çini sanatının geliştirilmesi için projeler uygulamaya konuldu. Şimdilerde Bitlis Eren Üniversitesi bünyesinde  bulunan bir “Çini Atelyesi”inde önemli faaliyetler gerçekleştirilmektedir.
Bir yandan Çini Sanatı’nın geliştirilmesi için çeşitli etkinlikler gerçekleştiriliyor, öte yandan literatürümüze yeni giren “Ahlat Çiniciliği”ni tüm dünyaya tanıtma faaliyetleri devam ediyor.
Ahlat Kazılarında ortaya çıkarılan nadide çini eserler ise “Ahlat Müzesi”nde sergilenerek Ahlat’ın kültürel zenginliğine yeni bir renk katmayı sürdürüyor.
Ahlat'ta Üretilen Seramiklerden Bir Örnek
Ahlat’ta hayata geçirilen projelerle seramik, çini işlemeciliği, gümüş ve altın işlemeciliğiyle doğal taşları işleme alanında atölyeler kuruldu. Bu atölyelerde çini ve seramik üretiminin yanı sıra volkanik Nemrut Dağı'ndan temin edilen obsidiyen taşından hediyelik eşya üretimi ve gümüş işlemeciliği yapımı konularında kurs verildi.
Bu tür sürdürülebilir projelerle bu kursların devamını sağlamak ve çinicilik sanatını eski canlılığına kavuşturmak  için SODES'e projeler sunuldu.
 Bu projeler kapsamında açılan kurslar sonunda  birçok kişi ustalaştı. Daha sonra yeni bir kurs açılması için  SODES'e 'Tarihi Ahlat Çini ve Seramikleri Yeniden Hayat Buluyor' adında bir proje sunuldu. Bu çalışmaların tanıtımı için bir katalog hazırlandı. Bu şekilde yapılan çalışmaların tanıtımı da gerçekleştirilmiş oldu.
Bu kurslara katılan kursiyerler, "Bu sayede hem boş zamanımızı değerlendirdik hem de öğrendiğimiz sanatla bir meslek sahibi olduk. Bu kursun özellikle kadınlar için çok yararlı olduğuna inanıyoruz. Ahlat’ta evde oturan kadınların bu kurslara katılarak boş zamanlarını değerlendirmeleri gerektiğine inanıyoruz. Bizler artık üreten ve ürettiği eserin güzel sonuçlarını gören bireyler olduk" dediler. 



12 Ağustos 2017 Cumartesi

70’Lİ YILLARIN ÖRNEK BAŞKENTİ ANKARA & AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI (AKSAV)

70’Lİ YILLARIN "ÖRNEK BAŞKENTİ" ANKARA

Atatürk Ankara’yı Başkent olarak kurarken Ulus’taki TBMM binasından başlayıp Çankaya sırtlarındaki Cumhurbaşkanlığı Köşküne kadar uzanacak bulvarın genişliğinin 150 metre olmasını istediğinde, ilgililer şoke olmuşlardı. Bu kadar geniş bulvar olur mu diye, Atatürk’ün bu ileri görüşlülüğünü kavrayamamış ve yolu 70 metrede bırakmışlardı.  Atatürk bu kararı verirken büyük
olasılıkla Paris’teki Şanzelize Bulvarından esinlenmişti. Bu bulvarın genişliği 150 metreden fazla uzunluğu ise 25 kilometredir. Yolu Paris’e düşenlerin  yaptıkları ilk işlerden biri bu bulvarda güçlerinin yettiği kadar bir aşağı, bir yukarı turlamak olur. Yorulur kendilerini bir kafeye atarlar.
Atatürk Bulvarı’nın uzunluğu 5 kilometre civarındadır. Son yıllarda Ankara trafiğine çare bulacağız diye bu güzelim bulvarın kimi yerleri köstebek yuvasına döndürüldü. Oysa kentler prestijlerini büyük bulvarlarından, tarihi eserlerinden, yeşil parklarından, sanat değeri yüksek heykellerden ve pırıl pırıl, bakımlı temiz cadde ve sokaklarından alırlar.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarının ardından Ankara yavaş yavaş bu kimliğe bürünüyordu. 60’lı 70’li yılar Ankara’nın en çekici ve güzel yıllarıydı. Bakanlıklar-sıhhiye arası, bulvar bir podyumu çağrıştırırdı. Şık giyimli insanlar bulvarda bir aşağı, bir yukarı gezerek, ciğerlerini mis gibi kokan Ankara havasıyla doldurup işlerinin başına dönerlerdi. Bu şık insanlar, zarif hareketlerle birbirlerini selamlar, karşıdan karşıya geçerken kuralların en katısını uygulayarak birbirlerinin geçiş alanlarına tecavüz etmezlerdi. Başkent, kurallar kenti olarak başta İstanbul olmak üzere ülkenin tüm kentlerinin örnek alınacak kentiydi. Bu yetmiyormuş gibi bu ünü Anadolu’nun her yerinde dillerden düşmezdi.
Şimdilerde Başkent Ankara için böyle bir şeyden söz etmek mümkün mü? Kesinlikle değil.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yerel yöneticiler, Batı’nın gelişmiş kentlerini gidip görür, döndüklerinde kentlerinin daha güzel olması için bilgi görgülerini artırırlardı.
Günümüzdeki pespaye, bakımsız, kirli, sanattan yoksun, cadde ve sokakları kırık dökük, çöp ve atık kokularının olduğu 15-20 adımda su birikintilerinin ayaklarınızı ıslattığı bir kent için gidip Batı’yı görün de gelin siz de öyle yapın demiyoruz. Çünkü Anadolu, Başkenti fersah fersah gerilerde bırakmış vaziyette. Neresi diye soracaksınız. Sıkı durun bu sayacaklarımız Avrupa kentleri değil ama onlara da nal toplattıracak yerlerdir. Evet, İzmir, İstanbul, Çanakkale, Antalya ve Samsun. Yolunuz düşerse bir de bu gözle bakın bu güzelim kentlere, hatta daha da bir dikkatle bakın bakalım Çanakkale’de bir tane kaldırım taşı eğri duruyor mu? Ya da bir yerde kırık bir kaldırım taşı veya bir su birikintisi görebilir misiniz?
 Gelin Ankara’ya, Kızılay’ın göbeğindeki köşedeki kaldırım taşına bir bakın. Ya da girin Sakarya Caddesi’ne bakın bakalım burası cadde mi yoksa çöplük mü? Su birikintilerine dikkat edin ama, ıslanmayın, ayakkabılarınız çamur olmasın.
Yerel yönetimlerimizin bu işlerle ilgili dairelerinin adı “Kent Estetiği Dairesi”
Buradaki görevlilerin yolları hiç Kızılay’a düşmez mi, hiç buradan arabalarıyla da olsa geçmezler mi, geçtikleri zaman hiç sağlarına sollarına bakmazlar mı? Estetik demişsiniz birader, hani sizin estetiğiniz, Allah aşkına?
Gidin İzmir’e, bakın Kordon’a, bakın Karşıyaka Çarşısı’na, bakın hizmete, dönün Ankara’nın en prestijli caddesi Tunalı’ya. Daha yeni yapıldı kaldırımlar. Kaldırım taşı ile logar kapağının düzeyini bile tutturamamış ustalar, acaba bu iş büyük bir mühendislik mi gerektiriyor. Taşların arasına bir bakın isterseniz, boşlukların kum ile doldurulması gerekmiyor mu? Siz yaptırdığınız işin olup olmadığına bakmaz mısınız?
Bizim evin önünü yapan kaldırım ustalarına, kibarca “Ustacığım bakınız bu taş yüksek, bu taş alçak olmuş, insanların ayağı takılır düşerler.” Deme gafletinde bulununca, ustanın yanıtı ilginçti. O işini düzgün yaptığını zannediyordu, itiraz edince, ilgililere söyleyeceğiz dediğimizde, aldığımız tehdit ve gözdağı, baltayı taşa vurduğumuzu alarmı veriyordu, sesimizi kesip kaybolduk.
Samsun demişken şu park işine de bir göz atalım. Park dediğiniz böyle olur işte, uçsuz bucaksız, yeşil mi yeşil, içinde ne isterseniz var.
Ankara’nın bu hallere düşmesine üzülmesine üzülüyoruz da, öte yandan Anadolu kentlerinin bu gelişimini de Cumhuriyetin kazanımları olarak göğsümüzü kabartan gelişmeler olarak değerlendiriyoruz.
Son olarak sözü yeniden  Başkent’in Sakarya Caddesine getirelim. Bir belediye ki hemen yanı başındaki caddeyi kazar da insanları  bir aydan fazladır toprak üzerinde gezdirir mi? Yanı başındaki çöp atık yerlerine akan bulaşık sıvılarının saldığı kokuyu ve bıraktığı kirli, yağlı görüntüyü göremez mi? Yoksa görür de nasıl olsa kimsenin bir itirazı yok diye yanından geçip gider mi? Çöken kaldırımlara da mı ayağınız düşmüyor?
Nolursunuz bir bakın, Başkent mi burası?..

"COŞKUN ÖNDER’İN CEP ANSİKLOPEDİSİ", (O, benim çocukluk ve öğrencilik yıllarından beri arkadaşım. İlhami NALBANTOĞLU, AHLAT & AKSAV)

COŞKUN ÖNDER’İN CEP ANSİKLOPEDİSİ
O,  benim çocukluk ve öğrencilik yıllarından beri arkadaşım. Uzun yıllar öğretmenlik yaptıktan sonra emekli oldu ve İzmir’e yerleşti. Zaman zaman bir araya geliyor gençlik anılarımızı tazeliyoruz.
Geçtiğimiz günlerde telefonla aradı, bir iş nedeniyle Ankara’ya geleceğini  yardımıma ihtiyacı olduğunu söyledi. Kadim dostuma yararlı olabileceğimi düşünerek mutlu oldum. Geldi, buluştuk, durumu kısaca özetledi. Küçük boyutlu bir “Cep Ansiklopedisi”nin son tashihlerinin yapılarak
basımının gerçekleştirilmesi gerekiyormuş. Aslında  bu projeyi kayın biraderi Nadir Güntanır başlatmış.
Nadir Güntanır, okuyan yazan, sosyal konulara kafa yoran, toplumun gelişmesi için çaba harcayan bir eğitimci. Bu cep ansiklopedisi onun eseri.  Uzun yıllar çalışıp çabalamış, büyük emekler sonucu topluma yararla bir hizmette bulunacağım diye çırpınmış.Ancak o genç denecek bir yaşta, en verimli  çağında, kalp krizi geçirip yaşama veda edince, emekleri boşa gitmesin diye, bir vefa borcu olarak  yarım kalan bu projeyi tamamlamak üzere, Coşkun Önder bu görevi gönüllü olarak üstlenmiş. Bu konularda deneyimli biri olarak da benim yardımıma gereksinim duyduğundan söz etti.
Konu, uzun soluklu ve sıkı bir çalışmayı gerektiriyordu. Bizim böyle bir  çalışmaya uygun mekanımız olmadığından, TBMM’nin toplantı salonlarından birinde çalışmayı kararlaştırdık. Çalışmaya başlayacağımız gün tatile isabet ediyordu. O gün ise  Ulaştırma Bakanlığının bir toplantısı yapılacaktı. Tanıdıklara rica ettik toplantı salonunun bir ölümünde bize de yer ayıracaklarını söylediler. Biz de toplantı saatinde salonun bir köşesinde çalışmaya başladık. Ancak Ulaştırma Bakanlığının toplantısı bir toplu sözleşme görüşmesi olduğu için aşırı derecede kalabalıktı. Davetliler salona sığmadı, insanlar boşluklarda ayakta salonu hınca hınç doldurdular haliyle   gürültülüydü. Doğal olarak bizim  çalışmamız  için uygun değildi. Mecburen kulis’e çıktık. Tenha bir köşeye çekilerek, uygun olmayan bir ortamda işimizi yapmaya çalışıyorduk. Bu sırada Coşkun’u tanıyan  bir kişi yanımıza geldi, sarıldılar hal hatır sordular, vedalaşıp gitti.
Bir süre çalıştıktan sonra  Coşkun çay almak için  ayrıldı. O sırada toplantı için gelen bayanlardan biri üzerinde çalışmakta olduğumuz cep ansiklopedisi ile ilgilenmeye başladı. Çocuğu için mutlaka bir tane edinmesi gerektiğini söylüyordu. Tam o sırada yanımıza dönen Coşkun’a bayanın isteğini ilettim. Coşkun; ansiklopedinin daha basılmadığını, ancak basıldıktan sonra mümkün olabileceğini anlatmaya çalışıyordu ki, bayan inat ve ısrarla şimdiden ücretini vermek istediğini basıldıktan sonra alabileceğini söyledi. Ancak bu istem Coşkun tarafından uygun görülmeyince bayan kırgın bir biçimde yanımızdan ayrıldı.
Yeniden taslak üzerinde tashih çalışmalarını yapmaya koyulduk, aralıksız uzun bir süre epeyi bir iş çıkardık, doğal  olarak bir soluklanma arası verdik. Coşkun bir süre dışarı çıktı, aradan epey bir zaman geçtikten sonra kapıdan göründü, içeriye girmeden “teknik bir konu var, görüşeceğiz, birazdan dönerim.” dedi ve gerisin geriye döndü.
Bir başıma çalışmaya devam ettim, aradan bir hayli zaman geçti, Coşkun dönmedi. İşi uzamıştır diyerek yeniden çalışmaya koyuldum. Kaptırmışım kendimi aradan ne kadar zaman geçti farkında değilim, fakat Coşkun hala ortalarda yok. Meraklandım ve onu aramaya çıktım, TBMM’nin kulisinin en yoğun ve kalabalık olan bir bölümünde Coşkunla göz göze geldik, gözlerime inanamadım.
Coşkun’un üzerinde TBMM’si Genel Kurulu’nda görev yapan Kavasların kostümü sırlı işlemeli, gösterişli üniforması vardı ve yanında TBMM İdare Amiri ile birlikte bana doğru geliyorlardı.
Şaşkınlığımı fark etmiş olmalılar ki ikisi birden bana bir açıklama yapma gereği duyuyorlardı.
İdare Amiri; “Onu burada daha iyi görevlerde göreceğiz. İnşallah.” diye söze başladı.
Coşkun ise; “Biraz evvel karşılaştığım arkadaşım aracılık etti, bana bu görevi önerdiler,
ben de kabul ettim.” demekle yetindi. Ama memnuniyeti gözlerindeki pırıltıdan anlaşılıyordu.
Üzerindeki üniforma ona o kadar yakışmıştı ki, bütün dikkatleri üzerine çekiyordu. Bana söyleyecek fazla söz kalmamıştı. O’na başarı ve esenlik dilemekten başka. Yalnız aklıma takılan başka bir soru vardı ve düşünüyordum, “Cep Ansiklopedisi” projesinin geleceği ne olacak, Nadir Güntanır’a olan vefa borcu nasıl ödenecekti acaba?
Coşkun’un halinden ziyadesiyle memnun olması karşısında benim orada bulunmamın bir anlamı kalmıyordu artık.  Cep Ansiklopedisi projesi bir başka bahara kalmıştı anlaşılan, vedalaşıp ayrıldım.
Dışarıya çıktığımda kısa bir süre içinde yaşadığım ve hızla gelişen bu olay bir film şeridi gibi gözlerimden akıp geçti.  Bu bir rüyamıydı yoksa diye düşünmeden edemedim. Rüya ise eğer, nasıl yorumlanmalı bilemedim.

AĞRI'LI 85'LİK GÜREŞÇİ, "Ben güreşçiyim, genç yaşlarımdan itibaren güreş sporu ile ilgiliyim. Güreş Federasyonu bünyesinde Yurt içinde ve yurtdışında çeşitli yarışmalara katıldım. Büyük başarılara imza attım, şampiyonluklarım, madalyalarım var..."

AĞRI'LI 
85’LİK GÜREŞÇİ     
Çankaya’dan  otobüse bindiğimde saat 11’e geliyordu.  Otobüs çok kalabalık olmamakla birlikte, insanlar ön kısımda kümelenmişti.  Arka kısımdaki boş yerlere geçebilmek kolay görünmüyordu. Orada sıkışıp kalmak da rahatsız ediciydi. Önümdeki bayana kibarca “izin verir misiniz geçeyim” dediğimde bayan bana yol vermek yerine kendisi önündeki insanları sıkıştırarak geçmeye çalıştı, ama fazla ilerleyemedi. Benim geçmeme de  fırsat tanımayınca arada iyice sıkışıp kalmıştım. Bir süre bekledim, baktım  olmuyor yeniden bayana yönelip, sesimin tonunu biraz daha yükselterek “hanfendi izin verir misiniz geçebilir miyim?” dediğimde  sert bir biçimde yüzüme bakarak ve sesinin tonunu da biraz yükselterek “buyurun” dedi ve geçip otobüsün arka kısmındaki geniş alanda kenara yaslanarak durdum. Bana yol vermekte zorlanan bayan benim açtığım aralıktan yararlanarak gelip benim yanımdaki boş bir yere tutundu. Rahat bir nefes almış, yolumuza devam ediyorken, bir anda önümüzde yaşlı, ayakta zor durabilen  bastonlu  bir bey belirdi. Bir yere tutunmadığı için tam dengesini kaybedip düşmek üzereyken ben kolundan tutup dengesini sağlamasına yardımcı oldum. Bir baktım yanımdaki bayan da diğer kolunu tutmuş düşmemesi için destek oluyordu. Düşme tehlikesi atlatan beyi gören orta yaşlı bir bey kalkarak yerini ona vermek istedi. Yaşlı adam şiddetli bir tepkiyle yanıt verdi yerini veren beye;
“Siz oturun, koskocaman adamsınız ben nasıl sizin yerinize otururum,  ben kimim ki sizin yerinize oturayım? Siz oturun!” Oturun!”
Yerini veren orta yaşlı bey, bunun bir tepki ve sitem  yaklaşımı olduğunu anlamıştı, hafiften kızardı, kenara çekildi, ortamdan uzaklaşmak için diğer yolcular arasından sıyrılarak gerilere doğru yürüdü.
Yaşlı adam, arkasından hala mırıldanıyor, gösterilen yere oturmamakta direniyordu. Koluna girmiş düşmemesi için sıkıca tutuyordum. Boş koltuğa doğru yönelttim ve koltuğa oturttum. Sinirleri geçmemişti, hala bir şeyler mırıldanıyordu.  Elini tuttum, iki elimin arasına aldım,  konuşmadan işaretle sakin olmasını  anlatmaya çalıştım.  Elimi omzuna atıp hafifçe bastırarak bir kediyi okşar gibi sıvazlayarak  yerime döndüm.
Kadın, erkek, yaşlı, genç, öğrenci tüm yolcular bir orta oyunu izlermişcesine olanları dikkatle izliyor, kimileri yaşlı adamın tepkisini gülümseyerek, kimileri de şaşkınlıkla karşılıyor; Otobüs hızla yoluna devam ediyordu, ben de ineceğim yere yaklaşıyordum ki yaşlı adam bana dönerek, “Ulusa’a geldiğimizde bana haber verebilir misin?” diye sordu.
“Tabii ki amcacığım, ama ben  sizden önce Kızılay’da ineceğim, başka yolculara sormanız gerekiyor.” dediğimde gözlerinin içinin güldüğünü fark ettim. O sinir küpü adam gitmiş, yerine sevecen, güler yüzlü, melek gibi bir insan gelmişti sanki.
“Siz ne kadar iyi bir insanmışsınız, yüzünüzden belli.”  dedi.
Sakinleştirip, yerine oturttuğum için duygulanmıştı anlaşılan
“Teşekkür ederim amcacığım, siz de iyisiniz.” Bu yanıt onu bir hayli rahatlatmıştı. Sohbeti sürdürmek istiyordu, ara vermeden  sonraki  soru geldi.
Nerelisin? diye sordu, Bitlisli olduğumu söyledim.
“Ben de Ağrılıyım” diyip, başladı anlatmaya;
“Beş altı yaşlarımda Ağrı’dan çıkmışım. Elli yılı aşkın bir süredir Ankara’da yaşıyorum. Ben güreşçiyim, genç yaşlarımdan itibaren güreş sporu ile ilgiliyim.  Güreş Federasyonu bünyesinde  Yurt içinde ve yurtdışında çeşitli yarışmalara katıldım. Büyük başarılara imza attım, şampiyonluklarım, madalyalarım var.  Beni babam yetiştirdi, babam  120 kiloydu, çok iyi bir güreşçiydi. Ağrı, Erzurum ve Kars’ta çok tanınan bilinen bir insandı.
Ben 85 yaşımdayım, çok sakatlıklar, hastalıklar geçirdim.  Bu sporu yaparken kaburgalarım kırıldı,  iki defa ameliyat oldum.
Bir kaza geçirdim 146 gün bitkisel hayat yaşadıktan sonra iyileştim. Şimdi kanser olduğumu söylüyorlar, gene ameliyat olacağım.
Çocuklarımı iş güç sahibi yaptım evlerini aldım, evlendirdim, torunlarım var.”
Ağrılı 85’lik Güreşçi amcanın anlatacağı çok şey vardı, ne var ki otobüs Kızılay durağına gelmişti, inmem gerekiyordu, inmeden önce ona dönerek;
“Amcacığım ben iniyorum, bak, buradan sonra durakları say, birincide değil, ikincide değil, üçüncü durakta ineceksin. Orası Ulus’tur, birilerine de sorabilirsin.
Haydi sana güzel ve sağlıklı günler diliyorum. Hoşçakal” diyip otobüsten indim.
Sakarya Caddesinden ofise doğru yürürken  kafamda beliren sorulara yanıt arıyordum.
Keşke otobüsten inmeyip Ulus’a kadar onu dinleseydim, adını sorsaydım, başarılarını öğrenseydim,  sorunlarını paylaşsaydım, gerçek bir kahraman olup olmadığını anlasaydım.  Keşke!..

11 Ağustos 2017 Cuma

Prof. Dr. BEYHAN KARAMAĞARALI (Ahlat Kazıları ve Ahlat Mezar Taşları) AHLAT & AKSAV

Prof. Dr. BEYHAN KARAMAĞARALI
60’lı yılların ikinci yarısında bir “Kazı Heyeti” Ahlat’a gelmişti. Ahlat’taki tarihi eserler ile ilgili kazılar yapacaklardı. Dönemin yönetim kademesi onların görevlerini en iyi bir biçimde yapabilmeleri için o günün koşulları içerisinde her türlü kolaylığı sağlamıştı. Yaklaşık olarak 20 kişiden oluşan “Kazı Heyeti” Ahlat’ın o dönemde en popüler olan Yatılı Bölge Okulu’na yerleştirilmişlerdi. Kazı Heyeti’nin Başkanı genç, yakışıklı ve karizmatik bir  görünüme sahip olan Haluk KARAMAĞARALI idi.  Kazı heyetinde akademisyenlerin yanı sıra değişik alanlarda görevliler ve  sanat tarihi  bölümü öğrencileri de vardı. Bunların dışında yeni evli sayılan Kazı Heyeti Başkanı’nın  eşi aynı zamanda meslektaşı olan Sayın Beyhan KARAMAĞARALI   ve adı kadar güzel kızları Nakış’ta vardı. Beyhan KARAMAĞARALI o dönemlerde  akademik çalışmalarına yeni başlamış  çocuğunu en iyi bir biçimde yetiştirmek  için gayret sarf ediyordu.
60’lı yıllarda başlayan kazı çalışmaları 70’li yıllar ve 80’li yıllar da dahil olmak üzere durmaksızın devam ediyordu. Yıllar geçtikçe kazı çalışmalarında önemli aşamalar kaydediliyor, önemli bulgulara ulaşılıyor, akademik yönden de önemli kazanımlar elde ediliyordu. Kazı Başkanı olan Sayın Haluk KARAMAĞARALI, akademik kariyerini, asistan. doçent, profesör gibi ileri aşamalar taşıyor, asistanı olan Sayın Beyhan KARAMAĞARALI’da,  eşinin asistanı olarak başladığı akademik kariyerini üst düzeylere taşıyordu.
Bu bilimsel ve akademik çalışmalar belirli bir düzeye gelmeye başlayınca sıra ürün verme aşamasına gelmişti. Yıllarca Ahlat’ta bilimsel çalışmalar yapan ekibin ilk ürünü olan “Ahlat Mezar Taşları” adlı eser Sayın Beyhan KARAMAĞARALI imzası ile bilim ve sanat dünyasına sunuluyordu. Bu aynı zamanda Ahlat ile ilgili olarak yazılmış Abdurrahim Şerif BEYGU’nun  1932 yılında yayımlanan “Ahlat Kitabeleri” adlı eserinden sonra Cumhuriyet döneminde Ahlat ile ilgili olarak yayımlanan bilimsel eserlerin ikincisi oluyordu. Bu durum elbette ki çok önem arz ediyordu. Ahlat’ın önemini yavaş yavaş kavramaya başlayan yeni kuşak Ahlat gençliği bu durumun farkındaydı.
Bu gelişmenin ardından Ahlat’ın tarihi ve kültürel önemini ön plana çıkarma faaliyetleri dikkat çekmeye başladı. Bunun sonucu olarak ta 90’lı yıllarda Ahlat’ın bu kültürel potansiyelini değerlendirmeye yönelik girişimler başladı. Bunların başında gelen Ahlat’ın bir Sivil Toplum Kuruluşu’na kavuşması girişimi oldu. Bu aşamada   bir Ahlat Vakfı kurulması girişimi başlatıldı. Bu bağlamda Ahlat için büyük önem arz eden Sayın Haluk KARAMAĞARALI’nın bu sivil toplum kuruluşunun kurucuları arasında yer alması hususu ön plana çıkıyordu. Bu husus dikkate alınıyor ve kurulan “Ahlat Kültür Vakfı”nın kurucular kurulu birinci sırasına Sayın KARAMAĞARALI tereddütsüz bir biçimde yer alıyordu. Yıllar ilerliyor bilimsel ve akademik çalışmalar da durmadan devam ediyordu.  1992 yılına geliniyordu. Bu tarihte Sayın Beyhan KARAMAĞARALI, “Ahlat Mezar Taşları” adlı eserini geliştirilmiş ve genişletilmiş şekliyle renkli olarak yeniden bastırıyordu. Yaklaşık olarak 400 sayfadan oluşan bu eser,  Ahlat için bir prestij yayını olarak bilim çevrelerinde önemli bir yeri işgal ediyordu. Bu eserin giriş bölümünde Sayın KARAMAĞARALI şu ifadeleri kullanıyordu;  “Bu kitabı, çalışmalarımın her aşamasında  bana yardımcı olan eşim Haluk’a ve kızım Nakış’a ithaf ediyorum.”
2008 yılının son aylarından bir Cumartesi günüydü, her gün olduğu gibi sabah erkenden kalkıp gazetelerdeki  güncel olaylara bakıyorken ölüm ilanları ile ilgili sayfada Sayın Prof. Dr. Beyhan KARAMAĞARALI ile ilgili ölüm ilanını görünce büyük bir şok geçirdik. Aynı günün öğlen namazında Ankara Kocatepe Camii’nde cenazenin kaldırılacağını bilgisini alınca soluğu orada aldık.
Erkenden gelmiştik Kocatepe Camii’nin avlusuna. Çok az kişi vardı, rahmetli Hocamızın cenazesi ön plana yerleştirilmişti. Üzerinde adı yazılmış ve bir fotoğrafı yerleştirilmişti,  huşu içinde yaklaşıp, duamızı yaptık.
Rahmetli hocamızın  sevgili kızı Nakış Hanım, üzgün ve bitkin bir vaziyette dostlarını selamlıyor,  derin acısını paylaşıyordu. Bir anda  önünde tanımadığı biri ile karşı karşıya kaldı. Göz göze geldiler,  bu kişinin her kimse rahmetli annesini tanıyan birisi olduğu belli oluyordu. Kendisini takdim ederek “Ben kızıyım, ancak sizi çıkaramadım.” sözcükleri üzerine, karşısındaki kendisini tanıttı.  Yüz hatlarındaki değişim bütün çıplaklığı ile yaşadığı acıyı ikiye katlamıştı. “Biz hepimiz size  çok kırgınız.” sözcükleri döküldü dudaklarından. Aldığı yanıt ilginçti; “Evet bunu biliyorum, ancak benim bugün burada olmam, bir görev anlayışının sonucudur. Kırgın olmanın sınırları bu mekanın dışındadır, burası kırgınlıkların taşınmaması gereken bir alandır.” Buna verilecek bir yanıt yoktu. Bir süre sessiz kaldılar… “Bu konuyu isterseniz daha sonra konuşuruz” şeklindeki ifade ise yanıtsız kalıyordu...Her şeye karşın,  rahmetli KARAMAĞARALI’nın Ahlat’a yaptığı hizmetler, çok katılımlı bir cenaze töreni ve bir dönemin ünlü politikacıları ile değerli hocamızın sevgili kızı Doç. Dr. Nakış Hanım’ın cenaze namazında en ön sırada saf tutması, unutulmayacaklar arasında yer alacaktır kuşkusuz…

5 Ağustos 2017 Cumartesi

KAYMAKAMLIK ile BELEDİYE BAŞKANLIĞI'nın Birlikte Organize Ettikleri "AHLAT KÜLTÜR GEZİSİ"

‘KARDEŞ ŞEHİRLER PROJESİ’ KAPSAMINDA İLÇEMİZE GELDİLER.. 
İçişleri Bakanı Sayın Süleyman Soylu’nun himayesinde gerçekleştirilen ‘Kardeş Şehirler Projesi’ kapsamında ilçemize gelen Artvin heyeti ilçemizi gezdi.
KAYMAKAMLIK İLE BELEDİYE BAŞKANLIĞI'NIN BİRLİKTE ORGANİZE ETTİKLERİ "AHLAT KÜLTÜR GEZİSİ"
Ahlat  Kaymakamlığı ve Belediye Başkanlığı'nın birlikte organize ettiği gezi programında Artvin’li misafirleri ağırlayan Kaymakamımız Bülent  Tekbıyıkoğlu ve Belediye Başkanımız A. Mümtaz Çoban  huzurun, kardeşliğin, kadim kenti Kutlu Şehir  Ahlat’a geldikleri için Artvinlilere teşekkür ederek, “  Proje kapsamında ilçemize gelenleri  Ahlat’ın tarihi  yerlerini gezdirip  bu yerler hakkında gelen misafirlere bilgilendiren Kaymakamımız ve Belediye Başkanımız  Ahlat’ın tarihten gelen önemi ve günümüzde üzerinde barındırdığı tarihi ve konumu ve eserleri ile günümüzde bile ülkemiz için önemli olduğunu vurgulayan karşılıklı sıcak sohbetler yapıldı daha sonra bu tarihi alanlarda hatıra fotoğrafları çekilmesinin ardından ilçemizdeki bir günlük gezi programı sona erdi.
ARTVİN KÜLTÜR VE TURİZM ŞUBE MÜDÜRÜ İHSAN ASLAN 
Artvin Kültür ve Turizm Şube Müdürü İhsan Aslan Proje kapsamında ziyaret ettikleri Ahlatı’ı tanımaktan ve Ahlat Kaymakamı  ve Belediye Başkanının heyetimize göstermiş olduğu bu sıcak ev sahipliği  nedeniyle tüm Artvin’liler adına teşekkür ederek, bundan sonraki süreçte bu gönül birliğinin ve köprüsünün devam edeceğine inandığını dile getirdi.  Kaymakamımız ve Beledi Başkanımız Sayın İçişleri Bakanımızın himayelerinde bu kardeşlik köprüsü ve gönül köprüsü adına yapılan bu proje çok önemli bir projedir. Bu anlamda sizleri burada ağırlamaktan büyük bir memnuniyet duyuyoruz.” Dedi.







2 Ağustos 2017 Çarşamba

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRK KÜLTÜRÜNDE ŞEHİRLEŞME (Akademik Kurul, Komisyon)

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE
TÜRK KÜLTÜRÜNDE ŞEHİRLEŞME
(AKADEMİK KURUL/KOMİSYON: “DERLEME”)
            Şehir, muhtelif meskenleri, sosyal kuruluşları, bunlara destek olan tesisleri, kendine mahsus bir ticareti, kültür özellikleri olan; belirli, müstakil bir yeri kapsayan, nispeten sürekli yerleşme merkezidir.

            Bir şehrin oluşunda nüfus çokluğunun, kapladığı sahanın büyüklüğünün rolü vardır. Eski şehirlerde büyüklük, bir kale içinden millerce uzanan arazilere kadar değişkenlik gösteriyordu. Şehrin bir başka özelliği tarımla uğraşmayan insanların yerleşme merkezi oluşudur. Ancak tecrit  edilmiş bir yerleşim alanı da değildir. Çevresindeki kasaba ve köyler arasında bir merkez durumu görür ve bu durumuyla çeşitli sosyal ve ekonomik faaliyetleri yürütür. Çevredeki köylerle ilişki, bazı zamanlar doğu illerinde o dereceye ulaştı ki, Avrupa feodalizmine çok benzer şekle geldi.

            Medeniyetler düzeyine erişmiş ve çevresiyle etkileşime girerek belirli bir kültür düzeyine ulaşmış siyasi oluşumlar, şehir kurmaya veya mevcut şehirlere yerleşmeye mecbur kalırlar. Bunun sebebini İbn Haldun, ünlü eseri Mukaddime'de şöyle anlatmaktadır:

            "Bunun sebebi şudur: Uruklar, boylar ve sülaleler devlet kurduktan sonra şehir ve kasabaları ele geçirmeye mecburdurlar. Bu da iki sebepten ileri gelmektedir. Bu iki sebepten biri, devletin sükûnet ve rahatlığı icap ettirmesi ile ağırlıkları ve konargöçerlik hayatında eksik olan imar ve bayındırlığı bütünlemek ihtiyaç ve mecburiyetidir. İkinci sebep ise devleti ele geçirmek üzere harekete geçmeleri beklenenlerden korunmaktır. Çünkü etraftaki şehirlerin devleti ele geçirmek isteyenler için bir sığınak teşkil etmesi mümkündür. Bunlar isteklerine ermek için bu şehirleri birer sığınak edinebilirler. Şehir ve kalelere sığınanlara galebe çalmak son derece zor ve zahmetlidir. Duvar arkasında savaşarak korunmak suretiyle düşmanı yaralamak ve öldürmek kolay olduğu için, az sayıda kuvvetle sayıları pek çok olan askere karşı koyulabilir. Bunlar çok askere ve büyük kudret ve şevkete muhtaç olmazlar. Şevket ve asabiyyetler, savaşlarda düşmana karşı koymak ve dayanmak için gereklidir. Surlarda yaşayanlar ise duvarlar sayesinde dayanabilirler, büyük asabiyyete ve sayı çokluğuna muhtaç olmadan karşı koyabilirler. Bundan dolayı, devletle çekişenlerden kaleye sığınmış olanlar, kale ve şehri ele geçirmek isteyenleri kuvvetten düşürür, onların istila kuvvetlerini hırpalarlar. Bundan ötürü, devlet kuran göçer evliler, etraflarında şehir ve kaleler bulunduğu takdirde hasımlarının sığınmalarına engel olmak üzere o kale ve şehirleri ele geçirirler. Etraflarında kale ve şehirler bulunmadığı takdirde sosyal hayatın eksikliklerini tamamlamak ve ağırlıklarını yerleştirmek için yeni baştan şehir ve kaleler vücuda getirirler. Bu suretle kendi uruk ve boylarından, izzet ve şerefte onlardan yüksek bir derece kazanmak isteyenarin ümitlerini kırarlar. Bundan, devlet kuranlar için kalelerde yerleşmenin bir zaruret olduğu anlaşılır. Ötesini her türlü noksandan münezzeh olan Allah bilir. Onun yardımıyla başarılar kazanılır. Ondan başka yetiştiren ve besleyen yoktur (Haldun, 1978:  249-250).

            Buzul Çağı'ndan beri Orta Asya'nın her yerinde yaşam olduğu kesin denilebilse bile, bununla ilgili buluntular çok azdır. Denis Sinor bu konuda şöyle diyor:

            "Yukarı Paleolitik insanı, buzul döneminde, İç Asya bölgelerinin egemeni olurken, bunun için gerekli buluşları yapmıştı; dünya ile ilişkisini kurduğu 'sanat' aracını ve kendi dünyasını oluşturmuştu." (Sinor, 1990: 150)

            Türkler'in ilk yurdunda, henüz bildiğimiz kabileler belirginleşmeden önceki insanlar yalnızca çetin iklimden korunmayı amaç olarak görüyorlardı.Bu dönemlerde, soğuk ayları geçirmek için, yarı yarıya toprağa gömülü barınaklar yapıyorlardı.

            Eski yaşam toprağa bağlı değildi. Avcıların bozkıra egemen olduğu konargöçer toplumlar egemendi. Zamanla yerleşik toplumlarla etkileşmeler, sosyal ihtiyaçlar ve savunma anlayışının değişmesi, Türk boylarını zamanla yerleşik yaşama -hiç değilse hayati öneme sahip bölgelere kaleler kurmaya- zorladı.

            Çin kaynaklarında, Choular'ın müstahkem hükümdar şehirleri kurdukları anlatılır. Choular, M.Ö. 11. yüzyılın ikinci yarısında Çin'e karşı, sınırları geniş olmasa da siyasi bir birlik kurabilmiş Proto-Türk topluluğudur. Chou anlayışına göre, hükümdar şehrinin planı kare olurdu. Çinliler'e göre Proto-Türk ve peşi sıra gelen Türk topluluklarında bu tarz, evren içinde evrenin ufak bir modelini simgeleyen hükümdar ve ailesinin oluşturduğu küçük evrene bir atıftı. Esas yön kabul edilen güney taraftaki burç yaz mevsimini, kırmızıyı, Çin'in kuş burcunu (Türkler'de Kızıl Sağızgan denilen burç) betimlerdi. Hükümdarın savaşçı ruhunu, gücünü ve erkekliğini yansıtırdı. Kuzey taraftaki surlar ise karanlığı, kışı, geceyi, Çinliler'in kaplumbağa burcunu ( Türkler'de Kara Yılan) ve kadınlığı sembolize ederdi. Hükümdar şehrinin doğu yönü güneşin doğuşunu, bahar mevsimini, sabahı, göğün rengini, Çinliler'in Ejder burcu dedikleri; Türkler'deki Kök-Luu'yu temsil ederdi. Batı tarafı ise güneşin batışını, sonbaharı, akşamı, beyaz rengi, Çin'in Kaplan burcunu (Türkler'deki Ak-Bars) hatırlatırdı. Şehrin planı, Göktürkler'de olduğu gibi kışın başlayan bir takvim sistemine göre düzenlenmişti. Şehrin planına göre sahibinin rütbesi aksediyordu; imparator şehri 12 kapılı, büyük bey şehri 9 kapılı, orta derece bey şehri 7 kapılı, düşük derece bey şehri ise 5 kapılı olurdu. Şehirlerin dokuzar adet sokağı olurdu. Birbirine düzgün açılarla bakan bu sokakların dört tanesi uzun olur ortada buluşarak şehrin geneli haç şekline gelirdi. Türkçe metinlerde bu dört "bertil yol" olarak geçer. Gelişmiş surların hemen iç tarafında, şehrin etrafını kare biçiminde saran bir de devriye sokağı bulunur, surların güvenliğini artırırdı. Şehirdeki erkekler sokakların doğu veya güney tarafından yürürlerdi. Kadınlar da tam tersi, kuzey veya batı tarafından yürürler, sokağın ortası arabalara ayrılırdı. Şehrin tam ortasında, Kutup Yıldızı ve Ayı burcunun altında, hükümdar köşkü bulunurdu. Bu köşke eski Türkçe'de "Temür Kazuğ" veya "Yitiken" denirdi. Hükümdar köşkü; Türk inanışındaki evrenin merkezinde duran kutsal dağı sembolize ederdi. Hükümdar şehri böylece, inanıştaki tüm kutsallıkları kendinde toplayan bir yer durumundaydı. Şehir kurulurken dört tarafa çakılan sınır kazıklarının bulunduğu yere, şehir bitince kuleler yapılırdı. Bu kuleler kutsal mekanın dört köşesindeki dört kutsal muhafız dağlarını temsil ederdi. Güneş olarak temsil edilen hükümdar her mevsimde o mevsimin dağını ziyaret ederdi. Shensi (Ch'ang-ngan) ve Honanda (Loyang) Choular'ın iki başkenti idi. En meşhur Chou şehirlerinden biri, Chou boyundan olan Wu kralı Ho-lü'nün şehri idi. Söz konusu şehrin güney kapısında ejder ve yılan şekillerinin olduğu söylenir (Esin, 1948: 9).

            Anlatılan bu şehir ve kaleler elbette bir bilgi birikimi ve ulaşılabilmiş belli bir kültür düzeyine işaret etmektedir. Bu yüksek medeniyet yapısına katılmamış bir kültürün söz konusu mimari eserleri meydana getiremeyeceğine dair İbn Haldun, mevzubahis eserinde şöyle demiştir:

            "Şehirler ancak insanların bir araya toplanması, çokluğu ve birbiriyle yardımlaşmaları sayesinde kurulabilir. Devlet, şehir ve heykeller vücuda getirmek üzere geniş ülkesinin etrafından işçiler toplar. Bu yapılar için gereken ağır şeyleri nakletmek üzere çok defa, kuvvet ve kudret artıran, ağır şeyleri kaldıran, nakleden ve geometri kaidelerine göre yapılmış olan makinaların yardımına başvurulur. Çünkü beşer kuvveti bu gibi ağır şeyleri kaldırmaktan acizdir. Birçok kimse, eski kavimlerin bıraktıkları büyük eser ve büyük yapıları, mesela, kisraların taklarını, Mısır'ın piramitlerini, Batı Afrika'daki kemerler üzerinde birbirine bağlanarak yapılan su kanallarını ve şarşal eserlerini gördüklerinde, o kavimlerin bunları bir araya toplayarak veyahut ayrı ayrı olarak kendi cismani kuvvetleriyle yapmış olduklarına inanmışlar ve bu eserlerin, o kavimlerin gövdeleri ile orantılı olduğu cehaletine kapılarak onların vücutça iri olduğu kanısına varmışlardır. Bunlar, geometri ilminin, ağır şeyleri kaldıran ve taşıyan makinelerin yardım ve faydalarından ve geometri ilmine dayanan sanayiden gaflet ederler. Şehir ve ülkelerde dolaşan birçok kimselerin, Arap olmayan kavimlerin ilim, fen ve makinelerin yardımı ile büyük yapılar vücuda getirmiş ve ağır nesneleri taşımak hususunda ne gibi hilelere başvurmuş olduklarını gözleriyle görmeleri, bu sözlerimizin doğruluğuna tanıklık eder. Halkın, vücut ve kuvvetçe bize nispetle kat kat üstün olduğu vehmine kapılmış oldukları Ad kavmine nispet edilen ve "Ad binaları" adını verdikleri eski kavimlerden kalma ve hâlâ da mevcut olan eserlerin çoğu ilim, geometri ve makinelerin yardımı ile vücuda getirilmiştir. Yoksa, halkın inandığı gibi, o kavimlerin vücutları bizimkinden büyük ve kuvvetleri bizimkinden fazla değildir (Haldun, 1954: 252)."

            Göçer evli kabilelerle ilgili eski yerleşim izlerinin ilklerinden biri İskitler'den kalmadır. İskitler'in 25 yüzyıl önce yayılmış olduğu Karadeniz'in kuzeyi ve Tuna ötesindeki ormanlarda eski Türk kültürünü yansıtan yerleşimler görülmeye başladı. Özellikle Doğu Kırım'daki Bosporos Krallığı şehirleri civarında bazı konargöçer kabilelerin yerleşikliğe geçişi görülür. Karadeniz sahilindeki eski Yunan şehri Nikonium (günümüz Odessa yakınları) yakınında ve Dinyester Deltası'nın doğu yakasında köy çapında pek çok yerleşim yeri bulunmuştur. Aşağı Dinyeper'de etrafı surlarla çevrili bir şehir ortaya çıkarılmıştır. Bu şehir, M.Ö. 5. yüzyılın sonuna tarihlenir. Bu şehirde etraftaki konargöçer halkın ihtiyacını karşılamak amacıyla, demir ve tunç araç gereçleri yapan metalciler ikamet ediyordu. İç kalede ise muhtemelen hükümdara ait kısım vardı. Günümüzde Kamenskoe Gorodişçe denilen yerde Kamen Şehri M.Ö. 4. yüzyıldan itibaren en az 150 yıl boyunca İskitler'in ticari, siyasi ve ekonomik başkenti idi. Çevredeki tarım alanlarında da ziraat köyleri de İskit ekonomisinde önemli yer tutar (Sinor, 1990: 151).

            Kaşgarlı Mahmud'un belirttiğine göre, Alp-Er-Tunga'nın Türkistan'da birçok merkezi vardı. Ancak bunların en önemlisi, Kaşgar'da kurduğu ordu kentti. Bahsedilen kalıntılar bulunmuştur. Yine Kaşgarlı'nın eserine göre Alp-Er-Tunga'nın oğlu Bars Han'ın kendi adına yaptığı askerî şehri Issık Göl yaknlarındadır. Bu askeri kurganların hepsi dağ geçitlerinin yüksek kesimlerinde kurulmuştu. Bunların bulunan kalıntılarının bazılarından, M.Ö. 11. ve 2. yüzyıllar arasına tarihlenen Wu-sun çömlekleri, bazılarından ise Batı Türkistan beylikleri ve Karluklar'dan kalma eşyalar bulunmuştur (Esin, 1948: 10-11).

            İslam öncesi Türk yerleşmeleri yoğun olarak Harezm, Maveraünnehir, Soğdiyana, Fergana, Orta ve Yukarı Amu Derya boyları, Sistan, Dihistan, Cürcan, Çu ve Talas nehirleri ve Issık Göl çevresi ile Tarun Nehri yörelerinde gelişmeye başlamıştır. Maveraünnehir ve çevresinde İslam etkisiyle kentleşme artacaktır (Akşin, 2009: 369).

            Türklerde askeri mimari örneği, Kırgız ülkesinde M.Ö. 1. yüzyılda inşa edilmiş ordu kurganıyla da görülür (Esin, 1948: 131).

            Birkaç yüzyıl sonraki Hunlar'da ise, Avrasya'nın sert koşullu bölgelerinin gerektirdiği şekilde konargöçer yaşantı sürmüş, sivil şehirleşme yaşanmamıştır. Hunlar'ın yaşamı yerleşik olmadığından, şehirleşmeye uymuyorlar; iklim değişikliği, kuraklık, toplu göç gibi sorunlarda derhal komşu ülkelerdeki yerleşmeleri yağmalıyorlardı. Konargöçerliğe önem veren Hunlar, kalelerin ve kalıcı yerleşmelerin güvenli ve sağlıklı bir sistem olacağına inanmıyorlardı. Yine de kısmen askeri mimari eserleri ve ustalık gerektiren ahşap ve kerpiç yapılar bıraktılar. Avrupa'ya giden Hunlar'da ise zihniyet daha farklıydı. Yeni yerleştikleri Tuna kuzeyi yörelerinde; çevreyi sürekli akınlara uğratmak, komşuları olan büyük ve oturaklı devletlere karşı üstün olmak ve nihayet çevredeki yerleşik yaşantılı kültürlerden esinlenmek için üs niteliğinde yerleşmeler kurmuşlardı. Bunların çoğu muhtemelen geçici yerleşimlerdi. Söz konusu yerleşimlerin günümüze kalan izleri Macaristan topraklarındaki altın eşyalardır. Böylece, bu merkezler muhkem olsa bile, büyük olasılıkla surları ahşaptı diyebiliriz (Çeçen, 2003: 57). Attila'nın sarayı ahşaptandı (Kafesoğlu, 1984: 312).

            Asya Hunları zamanında Çinliler'in mimaride ve şehirleşmede ilerlemiş oldukları muhakkaktır. Ayrıca bazı Yüe-çi unsurlarının Tibet'e göç ettikleri devirlerde Çin askeri mimarisinin konargöçer kabilelere tanıtıldığını görmekteyiz. Ne denli kabul gördüğü tartışılsa da, Çin-Tibet mücadeleleri sırasında Küçük Yüe-çi boyunun kabilelerinden paralı askerler alınıp istihkamlara yerleştirildiği bilinmektedir. Ancak bu döneme ait Hun veya diğer akraba unsurların mimari ve şehircilik namına yaptıkları herhangi bir yapıt yoktur. Daha önceki yüzyıllarda da Batı Türkistan'da yerleşik bir hayat olmadığı, özellikle İran ve Makedon seferlerinin sonuçlarından açıkça tahmin edilebilmektedir. İran seferi sırasında açlık ve hastalıklar, boş bozkırda atlı kavimleri kovalarken ortaya çıkmış olmalıdır. Ancak sonraki yıllarda Türkler şehir kurmadılarsa da, bölgeye yerleşen Grek unsurları Batı Türkistan'ı yerleşime açmışlardır. Sonraki yüzyıllarda bölgeye göçen Sakalar ve Yüe-çiler yerleşmeseler bile bu şehirleri alarak Grek beyliklerini yıkmışlardır. Saka göçleri zamanında (W. A. Smith'e göre M.Ö. 2. yüzyıl) Fergana gibi boyların dayanak merkezini oluşturan bölgelerde imar faaliyetleri gerçekleşmemiş, Türkistan'da o dönemlerde yerel beylikler konargöçer şekilde yaşasalar da belirli coğrafi şekilleri kendilerine dayanak kabul etmişlerdir. Yüe-çiler'in son dönemlerinde ise Baktria'da kurdukları bir başkentten bahsedilir. Fan Yeh, bu başkentin adına Lan-Shih demektedir. Varlığını bilsek de şehrin ne yerini ne de yapısını biliyoruz. Bu başkent sadece toplu yaşanılan bir çadırkent dahi olabilir (Ögel, Yüe-çiler).

            Selenga Nehri kıyısında kalıntıları bulunmuş olan Ulan-Ude Şehri, klasik eski Hun mimarisini yansıtır. Buluntuları 72x380 metrelik bir alana yayılan şehrin, malzemesi dövülmüş balçık olan, dört sıra sur ve hendekten oluşan bir istihkamı vardı. Yapısına bakılarak Ulan-Ude'nin bir ordu kent olduğu sonucu çıkarılır. 9x8 metre boyutlarında ve 1 metre kalınlığında duvarları bulunan, köşelerinde ve ortasında tahta sütunlar bulunan kerpiç yapının da bir beye ait olduğu sanılıyor. Ocağı ve bir bacası bulunan binanın altından gelen, merkezî ısıtma kazanından evin altına uzanan borular evi ısıtıyordu (Esin, 1948: 12).

            Bu şekildeki balçık binaların yapısındaki ahşap unsurların mimari ustalığı (daha eski olan Pazırık Kurganı'nda olduğu gibi) Altay'daki mezar kültüründen gelmektedir. Altay'da bulunan, M.Ö. 7. yüzyıla tarihlenen Kudirge Mezarlığı, 30 adet oval mezarı barındırır. Bundan daha eski olan Tuva'daki Türk mezarları, M.Ö. 7.-9. yüzyıllara tarihlenir. Bu mezarların hepsinde ahşap malzemeler ustaca kullanılır (Türkler Ansiklopedisi, 2002, 124).

            Akhunlar da Göktürkler gibi at sırtında yaşayan bir kavimdi ancak Akhunlar hiç şehirleşmede ilerlemeyip işgal ettikleri Fars ve Sogd şehirlerinde oturup imara kalkışmadıkları halde, Göktürkler'den başlayarak Türkler'de şehirleşmeye geçiş görülür. Göktürkler demiri işleyen ve kullanan bir kavimdi. Bunun için de kısmen de olsa yerleşim kurulması zorunluluğu doğuyordu. Bildiğimiz şekilde bir şehir örneği olmasa da, erken Göktürk devirlerine ait demir ocakları ve dökümhaneler bulunmuş ve incelenmiştir. Ayrıca başlıca geçim kaynağı hayvancılık olmasına rağmen, Göktürkler'in güney bölgelerinde tarım köylerinin kurulduğunu görmekteyiz (Çeçen, 2003: 134).

            552 yılında ortaya çıkan Göktürkler'in bu tarihten önceki yaşantılarıyla ilgili yazılı bilgi de buluntu da kısıtlıdır. İlk kez milli bilinci devlet adına yansıtan Göktürkler'in güçlü bir sosyal yaşantısı vardı. Belgelerin yetersizliğine rağmen anlaşılan şudur: Göktürkler adlarını duyurmaya başladıklarından itibaren kısmen yerleşik yaşam sürmüş ve şehirler kurmuşlardır. Ayrıca aynı dönemde gelişmiş mimari bilgi gerektiren sulama kanalları yaptılar. Bu kanallardan bazıları yakın zamanda Rus araştırmacılar tarafından fark edilmiştir. Aynı zamanda yüksek matematik bilgisi gerektirdiği söylenen kanalın da karışık bir su dağıtım yoluna bağlı oluşu dikkati çeker. 1935 yılındaki Sovyet çalışmaları, bu bölgeyi tarıma açmak üzerineydi. İncelemeler sonucu o yöreye daha iyi bir sistem yapamayacaklarını gören Ruslar, Göktürk kanalının aynısını yapmak suretiyle sulamayı gerçekleştirmişlerdir. Göktürk tarımının da döneminin bilinen tüm teknikleriyle yapıldığı anlaşılıyor. Doğu Türkistan'da bulunan, Issık Göl yakınlarındaki Barshan (Barsgan) Kenti'nin günümüzde kalıntıları ortaya çıkmıştır. Tanrı Dağları'nın kuzeyinde ise Çargelan, Çumgal, At-baş, Çaldıvar, Şirdak-Beğ, Mana-keldi kentlerinin kalıntıları bulunmuştur (Meram, 1974:111,112).

            Eski Türkler'de şehre "balık" (balığ) denilirdi. Bu kelimenin bugün kullanılan "balçık" kelimesiyle aynı kökendenden olduğu sanılmaktadır. Temelde konargöçerliğe dayanan tüm Türk devletlerinde, biri yazlık diğeri kışlık olmak üzere iki başkent vardı. Mete Han'ın yazlık sarayı, bugünkü Moğolistan sınırları içinde kalan Ongin Çayı kenarında, Orhun yakınlarındadır. Göktürk Hakanı İlteriş'in yazlık sarayı Çugay'da, kışlık sarayı ise Karakurum'daydı. İstemi Yabgu'nun yazlık sarayı İğdağ'da, kışlık sarayı ise Issık Göl'deydi (Hey'et, 1996: 64).

            Doğu Göktürk kağanları Orhun Nehri'nin kaynağının yakınlarındaki Ötüken bölgesinde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Burası ormanlık ve verimli çayırların olduğu bir yöre idi. Burada oturmak devletin bekası için mutlak zorunluluk sayılır, bu bölge "ıduk", yani kutsal sayılırdı. Uygur ve Moğol hükümdarlarınca da burası kutsal sayılmıştır. Ancak burada ne bir ev ne de bir sur kalıntısı vardır. İlerleyen dönemlerde bazı Göktürk hükümdarlarında Çin hayranlığı ortaya çıkmış ancak kısa vadede şehir kurma düşüncesi doğmamıştı. Yine de şehircilikten önce Göktürkler'de tarım gelişti, hatta abidelerin dikildiği yıllarda tarım üstün bir duruma gelmişti. İleriki yıllarda yine de askeri ve sivil mimari alanında Göktürk eserleri ortaya çıkmaya başladı. Çinli rahip Hüen-Çang, Göktürk ülkesine geldiğinde burada birçok gelişmiş şehir gördüğünü bildirir. Çin sınırından Maveraünnehir'e dek gelen Hüen-Çang, bazı şehirlerin kilometrelerle ölçülen büyüklükte olduğunu, çoğunun Göktürk kağanına bağlı beylikler olduğunu kaydeder.Yine de bu dönem şehirlerinde daha çok asker ve yöneticiler ikamet ediyordu. Çünkü, Tonyukuk'un yazıtında belirttiği gibi, Türkler'in yerleşik yaşama uymadığı kabul ediliyordu. Oğuzlar'da yerleşik Türkler'e "yatuk" yani tembel deniliyor, şehirliler aşağılanıyorlardı (Sümer, 1984).

            Taş surlu ve kare planlı bir Türk şehri olan Taşkent, 605'ten, Sâmânoğulları'nın şehri ele geçirdiği 819 yılına dek karakteristik Eski Türk kültürünü yansıttı. Türk beylerinin ordu şehirlerinden biri de Taşkent yakınlarındaki Aktepe'deki kale-garnizondur. Bu kale iki kat surla çevrili olup, iki sur arasında hendek bulunuyor, bu hendekleri köprüler birbirine bağlıyordu. Yine kare planlı olan kalenin dört köşesinde birer tane olmak üzere kuleleri vardı (Esin, 1948: 13-14).

            Hazar hükümdarları da Göktürkler'de ve Basmıllar'da olduğu gibi Aşına (Asena) soyundan geliyordu. Hazar kağanı tüm ülkenin sahibi kabul edildiği için özel mülk sahibi olmazdı. Ayrıca bağlı beyliklerin işine karışılmadığı için kültürel etkileşim Hazarlar arasında çok çabuk etki gösteriyordu. Bu ortamda konargöçerlikten şehirleşmeye geçişin dönüm noktasının koşulları oluştu. Hazar Türkleri ele geçirdikleri bölgelerde büyük şehirler kurup buralara yerleştiler. Yine de konargöçerlik hiç bitmedi. Yerleşikliğe geçilmesinin bir diğer sebebi de yoğun ticaret ve göç yollarında bulunulmasıydı. Bazı Hazar malları (mızrak uçarı ve eyerler gibi) bölge dışına dek ün yapmıştı. Hazar kılıcı da meşhurdu. Bu ürünler hep büyük ve bayındır şehirlerde üretilirdi. Hazar halkı şehircilikle iç içeydi. Kuzeydeki şehirlerde Bulgarlar yaşıyordu. Bu şehirler arasında kurşun paralarla ticaret yapılırdı. Bu ticaret yollarında kumaştan yapılan paralar da kullanılmıştır, bu paralara ekin adı veriliyordu. Daha sonraları Uygurlarda da şehirler arası ticarette kamdu adı verilen kumaş paralar kullanıldı. Kaynaklardan, Hazar ülkesinde ticari malların ucuz ve halkın da refah içinde bulunduğu anlaşılır. Tarım da gelişmişti. İdil ve Semender kentleri arası çok verimli olduğundan bu bölgede beş binden fazla bağ vardı. Hazar kültüründe bilim ve sanatın da ileri düzeyde olduğunu anlayabiliyoruz. Saksın Şehri Hazarlar'ın bilim merkezi idi. Hazar devlet yapısında diğer Türk devletlerinden ayrı olarak, bir yazlık bir kışlık değil; üç başkent bulunuyordu. Diğer önemli şehirler ise; Semerkant, Yüzkent, Bezkent idi. Şehirler her ne kadar gelişmiş bir kültürü barındırıyorsa da, halkın çoğu kışı şehirlerde geçirmesine rağmen yazın çadırlarda hayvancılık yaparlardı (Çeçen, 2003: 168).

            Hazarlar'da evler genellikle ahşaptan olurdu. Ancak hakan sarayı ve kaleler taş ve kerpiçtendi. Volga Bulgarları'nın sarayı da tahtadandı. Oğuzlar'da da 10. yüzyılda başlayan şehircilik daha çok askeri ve ticari sahada gelişti. Karacuk (Farabsut), Altuntepe, Yengikent(Yenikent), Sayram, Cend önemli Oğuz merkezleri idi (Kafesoğlu, 1984: 312).

            Klasik Türk geleneğinin devamı olarak, Kimek hakanının da iki başkenti vardı. Arap seyyahı Temim b. Bahr'ın belirttiğine göre hükümdarın şehri, Hudud el-Alam'da geçen "Nimekiye" idi. Minorski, buna "Yimekiye" der. İdrîsî'nin çizdiği haritada "Hakan Yimake" ve "Hakan Şehri" adında iki şehir vardır. Muhtemelen kışlık başkent olan Hakan Şehri, İdrîsî'nin anlatımına göre surlarla çevrili ve demir kapılar ile ateş kuleleri tarafından desteklenmiş idi. Bazı sokaklarından akarsular geçen şehirde parklar ve yüksek evler olduğunu da belirtir (Ankara Üni. Yay., 1987: 265).

            Uygurlar devrinde esas şehirleşme atılımı başlamıştır. Hunlar zamanından beri Orhun ve Selenga nehirleri kıyılarında yaşadıkları bilinmektedir. Başta Uygurlar'a Çinliler tarafından değişik isimler verilmekteydi: sırasıyla Kao-ch'e, Yüan-ho, Wuhu, Wu-ho, Wei-ho, Wei-hu, Hui-ho, Hui-hu isimleri verilmiştir. Uygur adının ilk geçtiği dönemlerde Uygur nüfusunun az olduğu bilinmektedir(İzgi, 1987:11). Bu şekilde, Çin'e yakın olmalarına rağmen, askeri mimari dahil, şehirleşmeyle ilgili herhangi bir adım atılmamıştır. Ancak klasik dönemde Uygurlar çok zengin bir mimari miras bırakmıştır. Yeni bir anlayışla Uygurlar, Orta Asya ordu ve otağ kültürünü, Çin'in mimarlık geleneği ile birleştirmiştir. Uygur şehir mimarisi belirli şekillerde gelişti: surlarla çevrili şehir veya garnizon kalesine balıg (balık), içinde hükümdar kalesinin bulunduğu şehir olarak ordu-örgin (ordu-balık), özellikle sivil yerleşimlerin bulunduğu kent (balıktan farkı kesin değildir), köyler (uluş), hayır işleri için yapılan dinî külliye (ködüş), budist tapınağı (burkan-orun), kule tapınak (ediz-ev), budist türbesi (stupa), yüksek köşk (kalık). Ordu-Balık'ta büyük bir Mani ibadethanesi vardı. Önceleri Ordu-Balık, Bay-Balık, Karabalgasun gibi şehirler kuruldu, sonraları şehirlerin sayısı arttı (Gömeç, 1998: 87).

            Kao-Ch'ang (Turfan) Uygurları zamanında Kho-Ch'ang (Turfan), Hoço ve Beşbalık kentlerinin öne çıktığını görmekteyiz (İzgi, 1988: 31).

            Uygurlar'da en büyük şehirleşme çabası Bayan Çor (Moyun Çur) zamanında yaşandı. Onun devrinde Araplar ve Çinliler arasında Talas'ta yapılan savaş sonucu Çinliler savaşı kaybetmiş ve Tarım Bölgesi Uygur egemenliğine girmişti (751). Çin'de çıkan karışıklıklar sonucu Uygurlar Çin'e karşı üstün konuma gelmişler ve batıda Türkistan, doğuda Çin gibi bölgelerde yerleşik unsurlar barındıran halklardan etkilenmişlerdir. Böylece sivil ve askeri olarak ilk kurulan görkemli Uygur şehri, Bayan-Çor tarafından kurulan Ordu-Balık idi (İzgi, 1987: 15).

            Miladî 982'de yazılmış olan Hudud el-Alam'da Uygur ülkesi ve yerleşimlerinden şöyle bahsedilmektedir:

            "Bu ülkenin doğusunda Çin ve güneyinde Tibet ve Karluk ülkeleri bulunur. Kısmen batısında ve kuzeyinde de sadece Kırgız ülkesi vardır. Toğuz Guzz (Uygur) ülkesi Türk ülkelerinin en genişidir. Aslında onlar kalabalık bir toplum idiler. Eski zamanlarda Türkistan'ın hükümdarları Toguz Guzzlar'dan çıkardı. Onlar silahları çok, savaşçı insanlardır, yazın ve kışın elverişli otlaklar bulmak için yer değiştirirler.

            1- Çinâncketh: Tokuz Guzzlar'ın baş şehridir. Orta büyüklükte bir şehirdir. Burası devlet merkezidir ve Çin ülkesine yakındır. Bu şehrin yazın çok sıcak, kışın çok hoş bir havası vardır.

            2- Bu şehrin yanında Tafgân adı verilen bir dağ görülür. Bu dağın arkasında beş köy bulunur. Bu köylerin isimleri şunlardır: Köz Erk, Çomul Keth, Penciketh, Barlığ, Camğar. Tokuz Guzz hükümdarı yazın Penciketh Köyü'nde oturur. Tokuz Guzz ülkesinin kuzeyinde bir bozkır olup bu bozkır Tokuz Guzz ile Kırgızlar arasındadır. Bu bozkır Kimek ülkesine kadar gider.

            3- K.m.siğiyâ (?): Bu, iki dağ arasında bulunan bir köydür.

            4- S.t.kath: Küçük bir yöredir. Bu yörede üç köy vardır.

            5- Erk (?): Küçük bir şehirdir. Bu, Khulandgûn Irmağı'na yakın bir yerdedir. Burada çok meyve vardır. Fakat üzüm olmaz. Yedi köy bu şehre bağlıdır. Erk ve yöresinden yirmi bin kişi (asker) çıktığı söylenir.

            6- K.râr khun (? yahut: K.vârk hûn ?): Kum çölü içinde bulunan bir köydür; geliri azdır fakat nüfusu çok bir köydür.

            7- Beg Tigin Köyleri: Bunlar beş köydür ve Soğdlar'a aittir. Bu köylerde Hıristiyanlar (Tersayân), Zerdüştler ve puta tapanlar (? Budistler: Sâbiyân) yaşarlar: Burası soğuk bir yerdir; çevresinde dağlar bulunur.

            8- Kûm.s Art: Bir dağın üstünde bulunan bir köydür. Bu köyün insanları avcılardır.

            9- K.h.mûd (Humu-Kumul?): Burası çayırlı, otu bol bir yöredir. Burada Toguz Guzzlar'ın alaçık ve çadırları bulunur. Bunlar koyuncudur.

            10- C.m.liketh: Büyük bir köydür. Bu köyün beyine Beygu denilir. Beygulular orada otururlar. Kimekler, Karluklar (Khallukhıyân) ve Yağmalar bu köyü daima talan ederlerdi.

            11- T.nzağ (?) Art (Toprağ?Art): Topraktan bir dağdır. Burası tacirlerin konağıdır.

            12-Mab.nc C.râbas (?): Bir konaktır; büyük bir çayı vardır ve otlağı geniştir.

            13- B.l.kh.m.kân (?): Bir konaktır; eskiden burada Tokuz Guzzlar yaşarlardı, şimdi örendir.

            14- S.d.n.k (?): Her zaman karlı ve yağmurlu bir konaktır.

            15- H.k (?) Art: Bir konaktır.

            16- İr Közkü Keth (?): İçinde çayırları ve pınarları olan bir konaktır.

            17- Igrâc Art: Asla karı eksik olmayan bir konaktır. Burada vahşi hayvanlar ve geyikler çoktur. Bu dağdan çok geyik boynuzu elde edilir (Sümer, 1984: 46-47)."

            Burada geçen Uygur köy ve şehirlerinin yeri hakkında ihtilaf vardır.

            13. yüzyılda Uygur hükümdarı Burçuk'un ismi, günümüzde Maralbaşı denilen yerle aynıydı. Eski Türkler'de yer isimlerini çocuklara vermek yaygındı. Burçuk ve çevresindeki şehirler daha sonraki yıllarda Kıtay ve Cengiz hakimiyetini kabul ettiler. Böylece hem yıkılmaktan hem de göç etmekten kurtuldular. Moğollar'a çok etkisi olan Uygur kültürü, onların yerleşikliğe geçip yerel kültürlerle bütünleşmesini hızlandırdı (Sümer, 1984: 48-49).

            İleriki yıllarda Uygur ve Karluk yerleşimleri olan Germsir, Toharistan, Herat gibi şehirler Ögeday zamanında Moğol işgaline uğradı. Bunun sonucu buralara başarılı Moğol komutanları yönetici olarak atandı. Cengiz Han döneminde yakılıp yıkılan bu yöreler, yeniden şekillendirildi, hazineye katkı için düzenlenip yeniden imar edildi (Alan-Kara-Yorulmaz, 2008: 278).

            Çin kaynaklarında Ko-lo-lo olarak geçen Karluklar, 8. yüzyılın başlarında Kara İrtiş yakınlarında yerleşmişlerdi. Uygur ve Basmıllar ile birleşerek Göktürkler'e son veren Karluklar, daha sonra Basmıllar'a saldıran Uygurlar'a yardım ettiler. Sonraları Uygurlar'a yenilerek On Ok (Batı Türkleri) ülkesine kaçan Karluklar, Türkistan'a yerleştiler. Çinli komutan Kao-Sien-Çi'nin komutasındaki Çin orduları Talas'a geldiklerinde Karluklar Arap tarafında savaştılar. Böylece Çinliler yenildi, Karluklar da Doğu Türkistan'a yerleşmeye başladılar. Temim b. Bahr'a göre, 9. yüzyılın başlarında, Barsgan bölgesinde dört büyük şehir ve dört kasaba bulunur, bunlardan mükemmel silahlı 20.000 atlı asker çıkardı. Bu Barsganlılar Karluklar'dan daha güçlüydü, Temim b. Bahr'ın dediğine göre, 100 Barsganlı 1000 Karluk'a karşı koyabilirdi. Bu Barsganlılar ve çevre şehir ahalisi, her yıl baharda toplanır, eski bir şehir kalıntısını tavaf ederlerdi. Gerdizî, Sûyâb'a yakın Khôtkîyal Köyü'nden 5000 asker çıktığını yazar (Sümer, 1984: 50-58).

            7.-14. yüzyıllar arasında yapısı değişmeden duran İsficab Şehri'nin haç şeklinde dört büyük sokağı vardı. Burada, ordu kışlası doğuda, çarşı güneyde idi. Can-kent (Yengikent)'de kerpiç surlar yeryüzü şekillerine uyarak olabildiğince dörtgen planlanmıştı, içindeki kare planlı iç kalede hükümdar köşkü vardı. İlerleyen zamanda Merv ve Karacuk da aynı şekil çerçevesinde gelişmiştir (Esin, 1948: 17-18).

            Karahanlılar Devleti'nde şehir olgusu ve şehir hayatı gelişmişti. Batı sınırını oluşturan Talas Kenti, kalabalık tüccar topluluklarıyla kervanların uğrak noktası idi. Pek çok ticaret yolunun birleştiği şehirde, batıdan gelen Müslüman tüccarlar da barınıyordu.Burana Mescidi ve Babacı Hatun Türbesi İslam etkisiyle yapılmış en eski mimarî eserlerdendir (Çeçen, 2003: 232).

            Batı Türkistan'da İslam'ın etkisi 8. yüzyılın başında görülmeye başlandı. Abdurrahman b. Muhammed komutasındaki Emevi ordusu, vergi vermeyi reddeden Kabil kralına karşı sefere çıkmıştı. Kabil vergiye bağlandıktan sonra, Kuteybe b. Müslim, Amu Derya tarafına bir ordu ile gitti. Kuteybe, Belh ve Buhara'yı aldı. Semerkant ve çevresini itaat altına aldı. Harezm'i de fethettikten sonra 713 yılında Fergana'yı aldı. Böylece Maveraünnehir İslam egemenliğine girmiş oldu (Mahmud, 1962: 50).

            Buradaki Karahanlı şehirleri, İslam döneminde de gelişmeye devam etti. İbn Havkal, Sûret el-Arz isimli eserinde Maveraünnehir'deki şehirler hakkında, bölgede kıtlık olduğunda eldeki bolluk sebebiyle kalan yiyeceklerin halka yettiğini söyler. Savaş için çok hayvan beslendiğini anlatır. Soğd, Fergana taraflarında öyle bol meyve üretilirmiş ki, hayvanlar da onlardan yerlermiş. Soğd'da bir ev gördüğünü yazan İbn Havkal, bu evin yolcu uğrağı olduğunu ve en az 100 yıldır kapısının kilitlenmediğini söylemektedir. Bazı gecelerde, evde hazırlık olmasa bile, ortalama 150 yolcunun muhafızları ve hayvanlarıyla gelip konakladığı olurmuş. Maveraünnehir genelinde on binden fazla ribat olduğunu da belirten İbn Havkal, Sâmâniler'in, Horasan ve Maveraünnehir bölgelerinin toplamından, yıllık 40 milyon dirhem haracın saraya yollandığını yazar. Listelenen önemli yerleşimler şunlardır: Semerkant, Erbencân, Uşrûsene, Hocende, Huttal, Âmul, Firebr, Zemm, Cürcâniyye, Merv, Serahs, Ebîverd, Bâdgis, Tûs, Cüzecen, Tâlakân, Kûhistan, Nîşâbûr, Sağâniyân, İştihân, Keşâniyye, Şâş, İlâk, Fergâna, Büst, Belh, Kişş, Harezm, Kunc-rustâk, Bağ, Merverûz, Herat, Bûsenc, Kuvâdiyân, Tirmiz, Şûmân, Sermencî (Şeşen, 1998: 212).

            Sonuç olarak anlıyoruz ki, sanıldığı gibi Türk kavimlerindeki halkın hepsi konargöçer değildi. Eskiden beri şehirler, kaleler ve ticarî mimarlık yapıları yapan Türk toplulukları, ordu dahil olmak üzere, sadece çadır kentlerde değil, kerpiç, tahta gibi malzemelerden, zaman zaman da taştan yapılar inşa etmişlerdir. Şehirleşme özellikle Göktürkler döneminde başlayarak Uygur döneminde hız kazanmış, Karahanlılar devrinde zirveye ulaşmıştır. Ancak bundan sonra Müslüman olan Batı Türkistan halkları, klasik Türk şehirleri yerine İslam-Türk şehirleri şeklinde imara girişmişlerdir. Orta Asya ve Uyguristan'daki, kaynaklarda sadece isim olarak keşfedilen veya yazılı kaynaklarda bile geçmeyen balçık, ahşap ve taş yapılar araştırılmakta veya keşfedilmeyi beklemektedir.

KAYNAKÇA:

ALAN Hayrunnisa  - KARA Abdulvahap -YORULMAZ Osman , İslam Öncesinden Çağdaş Türk Dünyasına, İstanbul, 2008

BERKTAY Halil, HASSAN Ümit,ÖDEKAN Ayla  (Yay. Yön. Sina Akşin), Türkiye Tarihi, İstanbul, 2009

BUHARALI Eşref,Kimekler,Ankara Üniversitesi Yayınları, Tarihte Türk Devletleri, c. 1, Ankara, 1987

ÇEÇEN Anıl, Türk Devletleri, 2. Baskı: Ankara, 2003 (ilk baskı: İstanbul, 1986)

ESİN Emel, Orduğ (Başlangıçtan Selçuklulara Kadar Türk Hakan Şehri), Tarih Araştırmaları Dergisi, VI/10-11, Ankara 1948

GÖMEÇ Sadettin, Uygur Türkleri Tarihi ve Kültürü, Ankara, 1998

HEY'ET Cevat, Türkler'in Tarih ve Kültürüne Bir Bakış, Ankara, 1996

İbn-i Haldun, Mukaddime, , Cilt 2, Ankara, 1954

İslam Ansiklopedisi, MEB

İZGİ Özkan, Wang Yeng-Te'nin Seyahatnamesi, Ankara, 1988

İZGİ Özkan, Uygurların Siyasi ve Kültürel Tarihi (Hukuk Vesikalarına Göre), Ankara 1987

KAFESOĞLU İbrahim, Türk Milli Kültürü, 30. Baskı, İstanbul, 1984

MAHMUD S. F., İslam Tarihi (Çevirenler: A. Kevenoğlu, Ayhan Sümer), İstanbul, 1962

MERAM Ali Kemal , Göktürk İmparatorluğu, İstanbul, 1974

NEAGOE Manole , Bozkırın Üç Atlısı, İstanbul, 2011

ÖGEL Bahaeddin, Eski Ortaasya Kabileleri Hakkında Araştırmalar: I- Yüe-çiler

SİNOR Denis, Erken İç Asya Tarihi, İstanbul, 1990

SÜMER Faruk , Eski Türklerde Şehircilik, İstanbul, 1984

ŞEŞEN Ramazan , İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara, 1998

Türkler Ansiklopedisi, Kurul (bşk. Yusuf Halaçoğlu), Ankara, 2002